Ülkemizin dört bir yanını sarsan kadın cinayetleri, her geçen gün daha da tartışılır hale geliyor. Ancak, bu tartışmaların ve eylemlerin göz ardı ettiği bir gerçek var: Ceza hukukunun ve sosyal algının temel eksiklikleri. Bu bağlamda, Sena'nın hikayesi, sadece bir kadın cinayeti değil, aynı zamanda bir toplumsal dönüşüm ihtiyacının da sembolü haline gelmiş durumdadır. "Kadın cinayeti olarak anılmak istemiyorum" sözleri, ne kadar çaresiz ve umutsuz bir çığlık; kadınların toplumda maruz kaldığı şiddetin ve ön yargıların bir yansımasıdır.
Sena, 29 yaşında genç bir kadın olarak, hayatının baharında, sıradan bir gününde bir kabusun içine sürüklendi. İş yerinde sık sık tacize uğrayan Sena, bu durumu birçok kez yetkililere bildirmişti. Ancak, ne yazık ki, gerekli önlemler alınmadı ve Sena, kendi güvenliği için tek başına mücadele etmek zorunda kaldı. O gün, otobüste karşılaştığı bir adamla başlayan tartışma, karanlık bir sona boyutlanmadan önce yıllarca taşıdığı korkunun patlak verdiklerini gözler önüne serdi. Kadınların yaşadıklarını anlatmaktan çekinmediği sosyo-kültürel ortamda, Sena'nın sesi, "Artık yeter!" diyen bir topluluğun yankısı olarak yükseldi.
Sena'nın hikayesi, sadece şahsi bir felaket değil, aynı zamanda toplumun pek çok kesimine dair önemli gerçekleri de gözler önüne seriyor. Kadın cinayetleri, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ve kadına yönelik şiddetin sadece bir sonucudur. Bu bağlamda, Sena'nın "Kadın cinayeti olarak anılmak istemiyorum" ifadesi, aslında bir değişim talebidir. Kadınların maruz kaldığı şiddetin arka planındaki toplumsal normların sorgulanması, mevcut sistemin yeniden ele alınmasını gerektiriyor. Her bir kadının hayatına, sesine ve mücadelesine değer verilmesi, ancak böyle bir değişimle mümkün olacaktır. Sena'nın cesur çağrısı, yalnızca bir bireyin fırtınasına değil; aynı zamanda tüm kadınların ve onların destekçilerin birleşerek güçlenmesine olanak tanıyor.
Sosyal medya platformları, kadın dayanışmasının bir mecrası haline geldi. Sena'nın hikayesinin sosyal medya üzerinden yayılması, birçok kadının benzer deneyimlerini paylaşmasına ve dayanışma göstermek için harekete geçmesine yol açtı. Bu, sadece bir bireyin sesi değil; birçok kadının yaşadığı aile içi şiddeti, cinsel taciz ve toplumsal baskıyı ortaya koyarak, daha geniş bir hareketin parçası haline geldi.
Bu tür olayların önüne geçmek, yalnızca bireysel mücadelelerle değil, aynı zamanda toplumsal bilinçlenme ve eğitimle de mümkün. Kadınların kendilerini ifade etmeleri, yaşadıkları sorunları dile getirmeleri, gelecekte benzeri olayların yaşanmaması için en büyük adım olacaktır. Kadınların haklarına sahip çıkması, sadece kendileri için değil, gelecek nesiller için de büyük bir sorumluluktur. İşte bu yüzden, Sena'nın mesajına kulak vermek, onun çığlığını duymak ve anlamak, kadınların değil, herkesin sorumluluğudur.
Kadına yönelik şiddetin, cinsiyet eşitsizliğinin üstüne gidilerek, toplumsal normların değiştirilmediği müddetçe devam edeceği gerçeğiyle yüzleşmeli ve bu durumu bertaraf etmek için etkili adımlar atmalıyız. Toplumsal değişim ve adalet için bize düşen görevleri yerine getirmediğimiz sürece, Sena'nın yalnız çığlığı bir ses olarak kalmaya devam edecektir. İşte bu nedenle, her birey, karşılaşabileceği şiddet eylemlerine karşı sessiz kalmamalı, bu sesin yükselmesine katkıda bulunmalıdır.
Sonuç olarak, Sena'nın olayının son derece trajik olan etkisi; kadına yönelik şiddetin toplumsal bir sorun olarak ele alınmasını, bu konuya dair yeni tartışmaların başlamasını ve kadınların yalnızca cinayetlerle değil, hayatın her alanında maruz kaldığı ayrımcılıkla mücadele etmesini sağlamış durumdadır. Her birimiz bu mücadelede beraber yer almalı, geçmişte yaşananları unutmamalı ve Sena gibi kadınların sesinin daha güçlü çıkmasını sağlamak için çaba göstermeliyiz. "Kadın cinayeti olarak anılmak istemiyorum" ifadesi, toplumsal normları sorgulamak ve kadınların haklarını korumak için bir çağrıdır; bu çağrıya kulak vermek ve harekete geçmek ise hepimizin sorumluluğudur.